Göz kapaklarımın varlığını hissetmeye başladım. Kapanmak istiyor, sanki ağırlaşıyordu. Uykum geliyordu. Çayımdan bir yudum aldım, fincan boşaldı. Tabağın üstüne koydum, yandaki çay kaşığını da fincanın içine koydum ve sebepsiz bir hareket olduğunu düşünerek biraz ileri ittim. Belki de elimi çarpmamak için geliştirdiğim bir refleksti. Her neyse.
Evde çalıştığım için dışarı çıkmak iyi gelmişti aslında. Son zamanlarda işlerin yoğunluğu ve üstüme çöken kapkara bir bezginlik bulutu yüzünden evden pek çıkmıyordum. Bugün mecburiyetten çıktım. Üniversiteden bir arkadaşım İstanbul'a gelmişti bir kaç günlüğüne, görüşmek istedi. İyi kızdı da, biraz çok konuşurdu eskiden. Pek de kolay muhabbet edemezdik. Çok mu farklıydık, çok mu aynıydık diye düşündüm bir süre. Nişanlanmıştı ve nişanlısıyla tanıştırmak istiyordu beni. Garson yanıma yaklaştı, fincanı alırken çıkan sesten irkildim.
- Bir şey ister misiniz?
- Bir çay daha alayım, fincan.
Garson uzaklaştı, ben de. Yine düşünmeye başlamışım, bu kez de masaya gelen fincanın sesinden irkildim. Bir kere daha aynı şeyi yaşamamak için dikkat edecektim, üçüncü de olursa komik olacaktı çünkü, utanırdım.
Fincana üç şeker attım ve karıştırdım. Arasıra bir yudum çay içerek düşüncelerimle beklemeye daldım yine. Düşünceler arasında sürükleniyordum sanki. Hatıralar, planlar, hatıralaşmış planlar, gerçekleşebilmiş planlar, gerçekleşememiş planlar, insanlar, şarkılar, kitaplar... Etraftaki insanlara da gözüm takılıyordu bazen, ama bu kısa sürüyordu. Bir şey üzerinde fazla duramayacak kadar yorgun, uykusuz ve o az önceki kara bezginlik bulutunun yağmurlarıyla sırılsıklam olmuş bir haldeydim.
Kafe çok kalabalık değildi. Hafta ortasında bir gün ortasıydı vakit; bu saatlerde büyükler iş yerlerinde, küçükler de okullarında olmalıydı. Ortadakiler vardı ortalıkta sadece, üniversite öğrencileri, işsizler, belki de benim gibi işini evinden yürütenler. Ortadakiler, arada kalmışlar. Kısık sesli şarkılar çalıyordu; sakindi bu şarkılar. Uykuya karşı direncim azalıyordu.
Evde çalıştığım için dışarı çıkmak iyi gelmişti aslında. Son zamanlarda işlerin yoğunluğu ve üstüme çöken kapkara bir bezginlik bulutu yüzünden evden pek çıkmıyordum. Bugün mecburiyetten çıktım. Üniversiteden bir arkadaşım İstanbul'a gelmişti bir kaç günlüğüne, görüşmek istedi. İyi kızdı da, biraz çok konuşurdu eskiden. Pek de kolay muhabbet edemezdik. Çok mu farklıydık, çok mu aynıydık diye düşündüm bir süre. Nişanlanmıştı ve nişanlısıyla tanıştırmak istiyordu beni. Garson yanıma yaklaştı, fincanı alırken çıkan sesten irkildim.
- Bir şey ister misiniz?
- Bir çay daha alayım, fincan.
Garson uzaklaştı, ben de. Yine düşünmeye başlamışım, bu kez de masaya gelen fincanın sesinden irkildim. Bir kere daha aynı şeyi yaşamamak için dikkat edecektim, üçüncü de olursa komik olacaktı çünkü, utanırdım.
Fincana üç şeker attım ve karıştırdım. Arasıra bir yudum çay içerek düşüncelerimle beklemeye daldım yine. Düşünceler arasında sürükleniyordum sanki. Hatıralar, planlar, hatıralaşmış planlar, gerçekleşebilmiş planlar, gerçekleşememiş planlar, insanlar, şarkılar, kitaplar... Etraftaki insanlara da gözüm takılıyordu bazen, ama bu kısa sürüyordu. Bir şey üzerinde fazla duramayacak kadar yorgun, uykusuz ve o az önceki kara bezginlik bulutunun yağmurlarıyla sırılsıklam olmuş bir haldeydim.
Kafe çok kalabalık değildi. Hafta ortasında bir gün ortasıydı vakit; bu saatlerde büyükler iş yerlerinde, küçükler de okullarında olmalıydı. Ortadakiler vardı ortalıkta sadece, üniversite öğrencileri, işsizler, belki de benim gibi işini evinden yürütenler. Ortadakiler, arada kalmışlar. Kısık sesli şarkılar çalıyordu; sakindi bu şarkılar. Uykuya karşı direncim azalıyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder